Hürriyet yazarı İlber Ortaylı bu haftaki köşesinde Lozan Anşalması’nın 100. yılını ele aldı.
Bugün Lozan Antlaşması’nın 100’üncü yıldönümü. Antlaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesidir. 100. yılında tekrar görüşme diye bir şey yoktur. Lozan ebedidir. Bugün Lozan üzerinde zafer mi mağlubiyet mi kavgası yapılıyor. Bu boş ve art amaçlı bir kavgadır. Hukuki vesikalar mesnetsiz tarih kavgalarına alet edilemez. Şüphesiz ki Lozan bir vesika olarak tarafların riayet ettiği, bu bölgedeki barışı ve hâkimiyeti tanıyan önemli bir girişimdir. Bu niteliğin herkesçe böyle bilinmesinde fayda vardır.
24 Temmuz 1923, Lozan Antlaşması’nın şehirdeki ünlü otel Beau-Rivage (Otel) Sarayı’nda delegeler tarafından imzalanıp yürürlüğe girme tarihidir. Hiç şüphesiz bu, Lozan görüşmelerinin; daha doğrusu kongrenin ikinci safhasıdır. Birinci safha 1922 yılında başlamış ve kesilmiştir. Lozan’daki görüşmelerin kesilmesinin en önemli nedeni toprak meselesi değildir. Çünkü Türk orduları süngü gücü ile girdikleri alandan çekilmemişlerdir. Ama tazminat dahil ordunun girmediği bir yer de kongrede Türkiye’ye verilmiş değildi. Maalesef Türkiye Balkanlar’daki Yunanistan ve Romanya’nın aksine kongrelerde kendisine cemilede bulunan bir memleket hiçbir zaman olmadı. Ama kongrede kendi kazancımızı, ordunun girdiği bölgeyi terk etmemek buradaki kuvvetli iradenin neticesidir.
KRİTİK MESELE: KAPİTÜLASYONLAR
Kongrenin asıl çatışma alanı kapitülasyonlardır. Önemli Britanya diplomatları gibi hayatının bir döneminde Hindistan kral naipliği; yani genel valilik yapan Lord Curzon, Mısır üzerinde de tecrübe sahibidir ve Ortadoğu dünyasına bakışında sert bir yöntem vardır. Bu bakış açısı ve davranış her Britanya hariciyecisinin takip ettiği bir yol değildir. Lord Curzon bir ekol mensubudur; yani biraz demode bir ekolün mensubudur. Ama aksine Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk imparatorluğunun orduları karşısında önemli mağlubiyetlere uğradıkları halde Kût’l Amâre, Çanakkale, Kafkasya ve İran’da Britanya askeri kanadı Türklere karşı hariciyelerinden daha saygılı ve ihtiyatlı davranmışlardı.
Bugün Lozan üzerinde efsaneler dolaşıyor. Bunlardan birincisi gizli görüşme belgeleridir. Pembe Köşk’teki mevcut evrakın İnönü ailesince sergilenmesinin ötesinde, 1970’lerde Büyükelçi Osman Olcay ve onun yakın dostu Prof. Seha Meray, Lozan görüşmelerini, verilen layihaları, sadece nihai metni değil; nihai metni hazırlayan ve “ratio legis” diye bilinen antlaşmanın ruhunu, çatışma alanlarını belirleyen bütün evrakı mükemmelen çevirip yayınladılar. Ne yazık ki yayın, Türkiye’de tefekkür tarihinde ve tarihçilikte çok az müracaat edilen vesikalardandır. Binlerce sayfalık bir tercümedir, bir yorumdur. Lozan’ın ruhunun anlaşılması için Mondros Mütarekesi, aynı şekilde Sevr ve Montrö üzerinde durulmuştur. Yazarların Sevr ve Montrö yayınları da vardır.
Tabii Türkiye’nin kahvehane tarihçiliği bu gibi vesikalardan haberdar değildir, ulaşamaz, ulaşsalar da pek anlamayacaklardır. Bu bakımdan aradıkları gizli belgeler efsanedir diyoruz. 100. yılında tekrar görüşme diye bir şey de yoktur. Lozan ebedidir. Taraflardan biri her anlaşmada olduğu gibi buradan çekilirse Montrö’de olduğu gibi rejim devam eder veya yeniden gözden geçirilir, çekilen tarafın alınma zorunluluğu olmaz. Bu bakımdan Lozan’ın hükümleri değişmedi demek doğru değildir. Bilhassa Boğazlar konusunda Montrö’de ilerlemeler kaydedilmiştir. Yeni Boğazlar rejimi Lozan’da üstündür çünkü Mondros’ta kurulan beynelmilel komisyonun başkanı İngiltere iken Lozan’da Türkiye olmuştur ve başkanlık yetkileri daha da artmıştır. Boğazların silahlardan arındırılması hükmü ise Montrö ile değişmiştir. Arada Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk alanında yaptığı devrimler, beynelmilel antlaşmalara olan ahde vefası bu konuda ikna edici oluştur. Tabii ki yeni Türkiye’nin kazandığı rol de bunda en mühim unsurdur. Lozan’ın demek ki süre bakımından ve gizli sayfaları, hükümleri bulunduğu üfürmelerinin hiçbir ciddiye alınacak tarafı yoktur.
Lozan bir zafer midir? Lozan’ın zafer olduğunu o günlerde Avrupa basını da ilan etmiştir. Lakin büyük mesele Cumhuriyet’imizin ve milletimizi tatmin eden bir uzlaşmanın varlığıdır. Kapitülasyonların kaldırılması konusu hiç şüphesiz ki Britanya ve kapitülasyon sahibi devletler tarafından tatmin edici değildir. O yüzden aralarındaki ihtilafa rağmen bu devletler; yani Fransa, İtalya ve İngiltere Lozan’daki kapitülasyonlar konusunda birleşmişlerdi. Fakat ordunun kazandığı zafer, Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların bu konudaki direnci meseleyi değiştirmiştir. Lozan’da kapitülasyonlar kaldırıldı.
VENİZELOS TOPRAK TALEP ETTİ
Burada en büyük ihtilaf konularından biri de mübadeledir. Venizelos, Versay Anlaşmaları’nın havası içinde “Megali idea”; yani büyük ülküsünü gerçekleştirmek için Karadeniz kıyılarından, Ege’den ve hatta Akdeniz’den Yunanistan lehine toprak talep etti. Pontus’taki ayaklanmalar oradaki Pontik unsura bir bağımsızlık kazandıramadı. Yerel halk ve kurdukları çeteler Pontuslulara mâni oldular. Aslında Mustafa Kemal Paşa da Karadeniz’e böyle bir çatışmayı önlemek için müfettiş olarak gönderilmişti. Tabii Paşa’nın böyle bir görevin çok dışında ve ötesinde bir planla Milli Mücadele’yi örgütlemeye başlamasının, bu fevkalade müfettişliğin sınırlarını çok aştığına şüphe yoktur. Milli Mücadele böyle başlamıştır. Kendisine Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa gibi resmen kolordularının başında olan komutanlar da destek olmuşlardı.
İtalya ise Aydın demiryolu hattının güneyini Yunanistan işgaline bırakmadı. Kendisi bir oldubittiyle o bölgeyi işgal etti, yani Antalya’dan bugünkü İzmir’in Selçuk, Efes’ine kadar olan bölgeyi kastediyoruz. Savaş içinde İtalya’nın Ankara Hükümeti’yle ilişkileri de farklıydı. Daha sonra Fransa da bu cepheye katılmıştır. Ama İzmir ve İstanbul’daki yerli Rumların ve ecnebilerin kapitülasyon haklarına gelince durum değişti. Buradaki slogan şudur, İsmet Paşa bunu şöyle ifade etmişti: “Azınlıklar eşit haklara sahiptir. Ama fazla eşit haklara değil” Nitekim egemen bir milletin yargı hakkını kaptırmamak, farklı adli rejimler uygulanmasına fırsat vermemek Lozan’da tartışma konusu oldu.